KALBİNİ NEHRE AT
Roman (1inci bölümü)
– 1 –
AMERİKAN RÜYASI
Bip bip bip…
Öünde uçurum… Taşlı bir zemin üzerinde yükselip kararan, insanın iliklerine işleyen felç edici soğukta o kadar çok çamurla kaplıydı ki sonsuz derinliğin flu gölgelerini yutuyordu. Arkasında savaşçı kılıç vızıldadı. Samuray, adım adım yaklaştıkça korkusu, kulaklarından etrafına doğru yayılan keskin bir tıslama gibi belirdi ve her geçen saniye, gergin kaslarındaki ağrıyı artırdı. Arada bir olduğu gibi, yine tam da korkunç bir ölüme atlamaya hazır olduğu bu anda, bu müdahaleci hatta bir şekilde kurtaran bip sesi. Bip, bip, bip… Delici bir biiiiiip’e kadar gitgide daha fazla dalgalanarak kulaklarındaki uğultuyu değiştirdi ve kaslarının bir kısmının gevşemesine izin verdi.
Kendisini dayak yemiş gibi hisseden ve nefes nefese kalan Caro, yastığı yüzüne bastırarak eliyle çalar saati susturdu. Çığlık atmak, ağlamak istedi ama ne sesini yükseltebildi ne de ağlayabildi. Kendine kızarak yastığı fırlattı ve derin bir nefes aldı. Nefes alıp verdi, nefes alıp verdi ta ki yataktan çıkıncaya kadar. Banyoya girip aynaya anlamsız anlamsız baktı, dün gecenin acısı şüphe götürmeyecek şekilde okunuyordu gözlerinde.
„Samuray“, diye azarladı kendini başını sallayarak. Sağ eli ile saçını tutarak yukarı çekip karıştırdı. Derinden bir iç daha çekti. Sanki kâbuslarındaki acayip karakterlerden o sorumluymuş gibi başını daha çok salladı. ‚Samuray, keskin uçurumlardan atlamadan önce kılıcı tek darbede saçlarımı kesen Cengiz Han'dan biraz daha yavaştı‘, diye kaşlarını çatarak geçirdi içinden. Yüzü, zihninde sık sık beliren uçuruma yuvarlanma düşüncesiyle acıyla buruştu. Keskin taşlar vücudunun her bir zerresini iğne gibi delerek çamurda boğulmasına neden oluyordu sanki. Takipçinin yavaşlaması iyi bir işaret miydi yoksa aklını mı kaçıracaktı?
Dayanma sınırını zorlayan bu rüyalar, sorumluluk ve stres ile yoğurulan işinden daha çok enerjisini çalıyordu. Bugün hangi gündü? Cuma mı? Banyoya giderken Caro'nun düşünceleri tekrar düzene girmiş gibi görünüyordu ve lavaboya geldiğinde bugünün cumartesi olduğu geldi aklına. Nihayet hafta sonu! 'Nihayet hafta sonu'… Dünyanın her yerindeki Roma, Yunan, Kelt, Hitit arkeolojik alanları üzerine yazılan kitaplara göz atabileceği bir zaman gibi geldi. Belki de arkadaşlarıyla alışverişe gidip, sonra bir barda zamanın içine batıp gidebileceği ya da spor kulübüyle bir yere kayak yapmaya gidebileceği kendine ait bir zaman…
Aslında arkadaşları kendine uygun hayat arkadaşları bulmuş ve boş zaman seçenekleri, eski harabelerde, eski kültürlerin izinde yürüme hayaliyle birlikte güme gitmişti. Haliyle iş yükü arttı. Hırs eğlenceye karşı, görev boş zamana karşı, maaş zammı arkadaşlığa karşı. Bu yüksek potansiyellerin kökenine kariyer deniyordu. Sabit, gıdım gıdım. Haftada 40 saatten 45 saate kadar arttı ve şimdi 50 saatini ofiste geçiriyordu. Bunun karşısında kendine gereksizce harcayacağı zaman kalmıyordu. Acı acı gülümseyerek, darmandağınık uzun sarı saçlarını karıştırıp o hafta sonu hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Bir daha aynaya bakmadan duşun altında girdi ve ancak kabusun geri kalanı lağımdan akıp gittikten sonra banyodan çıktı.
İki cevapsız arama: Paula ve annesi. Sağ elindeki saç fırçası silah gibi duran Caro, sinirli bir şekilde sol eline telefonu aldı ve patronunu geri aradı.
"Bugün gelemem."
"Fakat ..."
"Paula! Arada sırada görmek zorunda olduğum bir annem de var ve onu görmek istiyorum. Kulağına inanılmaz gibi gelse de o da beni görmek ister. Pazar günü beni unut gitsin. Annemi ziyaret dışında alışverişe de gitmem gerekiyor."
"Hadi Caro..."
"Pazartesi görüşürüz.“ Caro kendi sert duruşuna hayran kaldı. Ancak 55 saatlik bir haftanın ardından, tüm ofis yöneticilerinin en saygılısı bile kişisel dayanma sınırına ulaşmıştı.
Annesini geri arama düşüncesi mide krampı olarak kendini gösterdi. Bu rahatsız edici duygu için yeşil çay doğru ilaç olsun ya da olmasın, mutfak dolabındaki en büyük fincanı seçti.
Elinde taze demlenmiş, güzel kokulu çayla, iki odalı modern dairesindeki bodur ahşap masanın önündeki sallanan beyaz sandalyeye yavaşça gömüldü. Bakışları istemeden yine egzotik görünümü olan damgalı zarfa kaydı. Cep telefonuna başka bir kontrol bakışı… Annesinden bir daha cevapsız arama yoktu. Transa girmiş gibi, özenle katlanmış üç çizgili kağıdı zarftan çıkardı ve Grete teyzesinin mektubunu yeniden okumaya başladı. Geçmişinin resmini yeniden çerçeveleyen o belge. Daha doğrusu annesi, büyükannesi ve Caro'nun onlarca yıllık titiz çalışmasıyla yaptıkları, kalın ahşap çerçeveden düştü ve çerçevesiz bir kutuyu dolduran belge. Grete teyzeyi ‚kanun kaçağı' yapan o belge! Kalanların zihninde ait olduğu yerde kalması gereken aile üyesi olan Grete! Kalanlara göre ölü bir aile üyesiy... Ait olduğu tek yer: Yurt dışıydı. Kuzey Kutbu'nda, Güney Kutbu'nda veya arada herhangi başka bir yerde olması kimsenin umurunda değildi. Önemli ve acı olan şey, ihanet ettiği insanlardan uzak olmasıydı. Geri alınamaz! Affedilemez!
Herkesin e-posta ile sipariş verdiği, şikayet ettiği, aşklarını ifade ettiği, bu aşkı kısa ve acısız bir şekilde üstelik ücretsiz olarak sonlandırdığı ve daha önceki tüm görgü kurallarının aksine, en sevdiklerinin ölümüne başsağlığı dilediği bir zamanda Grete teyze bir mektup yazmıştı. Su kabartmalı. En iyi, en canlı beyaz mektup kağıdına. Zarif, siyah mürekkeple. Hem de kendisinin ölümünden hemen sonra. Eski okullara tanıklık eden el yazısıyla. Eğri, düzensiz, kalın, okunaksız veya başka şekilde hoş olmayan mektuplara tolerans göstermeyen öğretmenlerden. Çünkü kendileri, vicdanlı oldukları kadar acımasız disiplinli öğretmenlerinin ve dayatılan öğretmenlik görevlerinin ölçüsünü aldılar. Okul tatbikatı her harfte hissedilse bile Caro bu kusursuz, zarif el yazısına derin bir hayranlık besliyordu. Ve esrarengiz bir şekilde, sıkı eğitimli otoritelerini gösterebilenler için. Tarzları, kişisel dokunuşları, kağıt üzerindeki ekili düşünceleri ile, düzgün ve doğru bir şekilde müritlerinin bir ömür boyu takdir edilmesini sağladılar. Bununla birlikte bu kusursuz el yazısında öne çıkan tarih oldu. Görünüşe göre ve içeriğine göre anlaşılıyor ki, sonradan eklendi. Vicdansız öğretmenlerle zorlu bir okul geçirmiş gibi görünen birinden. Muhtemelen ismin harflerinin dans edemediği ve umursamayan birinden. Metnin yazarı gibi otoriteyi deneyimlemiş birinden. Daha yumuşak çizgilere bakılırsa daha sonraki bir zamandan.
Grete teyze, okul yıllarından beri annesinin rızası ve anneannesinin anlamadan başını sallamasıyla adını kısalttığı için ona Caro demedi. Yeğenine 'Karolina' diye hitap etti. Caro, alışılmadık adını özellikle beğenmedi çünkü açıklamak çok zordu. Herkes 'Caro'yu 'Carolyne' veya 'Caroline' kısaltması olarak düşünebilir. 'Karo' değil. Büyükannesi bu acınası yalanı 'atalarının inkârı' olarak gördü. Annesi bir şey söylemedi. Annesinin buyurgan bakışlarından gizlice kaçınarak şefkatle ama endişeli bir şekilde kızına gülümsedi. Eğer annesi, çocuğunun adını seçmesine izin verseydi, bugün adı Lisa-Marie olacaktı. Elvis Presley'in kızı gibi. Çok daha avantajlı olmazdı ancak daha az açıklamaya ihtiyaç duyardı. Ne olursa olsun, büyükanne Karolina Dabrowski'nin gerektiği gibi onurlandırılmasını emretmişti. Hayatını Polonya‘nın çorak arazisinde sıkı bir disiplinle yönetilen bir manastırda geçirmeye karar vermiş olan ve böylece ailenin kurtuluşuna önemli ölçüde katkıda bulunan o büyük teyze.
1885'te Polonyalı göçmenler Oliwia ve Nikodem Dabrowski, yük olan soyismini duraksamadan 'Dabour'a dönüştürdü. Yeni seçtiği memleket olan Fransa'ya yakışan bir soyisim. Her iki yılda bir doğan çocuklar, baştan itibaren nispeten göz alıcı Batı'daki yeni yaşamın bir parçası olmalıdır. Francine Dabour, Polonyalı damgası olmayan, safkan bir Fransız gibiydi. Kardeşleri Marléne, Maurice ve Jaques gibi. Buna rağmen, düzenli olarak birlikte yemek yemek için buluşan Dabourlar, daha doğrusu gündelik oburluk için, sadece Fransızca değil, Lehçe de konuşuyorlardı. Ve kiş ve kreplerin yanında masada bigos ve barzcz olurdu. Caro'ya Dabrowski, Dabour kadar soyut geldi. Hayatının bir parçası değildi. Yemek gibi. Cömertçe şekerli, tuzlu ya da her ikisinin karışımından oluşan sayısız yağlı kiş çeşidiyle arkadaş olabilirdi. Fransız ya da Polonya renklerine sahip olup olmadıklarına bakılmaksızın, diğer tüm mutfak aşırılıkları, onları günlerce yemek yemeyi reddetmeye zorlardı. Avusturya, özellikle Tirol mutfağı, büyükanneye 'kaba, hiçbir incelik yokmuş' gibi geliyordu. Köylülerin bahçeleri gibi: „Renksiz, kokusuz, itici… Çiftçilerin bahçeleri işte.“ Maalesef 'Hager' olarak eşit derecede kaba bir soyadıyla çarpıtıltılan Franci‘nin sonu.
Büyükannenin bahçesi mini bir Provence'a benziyordu. Kuzey Fransa'da doğup büyümüş olmasına rağmen. Fransız tarzı bitki yatağının yanında sıra sıra lavantalar, zambaklar, süsenler, beyaz bir manolya, geniş ahşap saksılarda begonviller ve zakkumlarla doluydu. Soğuk sonbahar gecelerinden önce mahzene sürüklenmişti. Büyükbabası tarafından. Ta ki ahşapla çalışırken geçirdiği ölümcül kazaya kadar. Hayatının baharında. Sonra evde kalan itaatkar kızı tarafından.
Büyükannenin Fransızca aksanlı cümlelerine başladığı standart giriş "Fransa da bizimle" idi. Tirol'de neredeyse elli yıl geçirmesine rağmen, kendi özgür iradesiyle seçtiği vatan. Arnold Hager, sonraki yıllarda küçük kızı Mathilde gibi bu konuda sessiz kaldı. Birkaç istisna dışında, karısına karşı tek isyanı, Mathilde'yi 'Tilda' ve Margarethe'yi 'Grete' diye kısaltarak çağırmasıydı. Bu, çoukların adından Fransız rengini siliyordu. Bu isyanını tutkuyla hep sürdürdü. Karısına münhasıran pazar günü müdavimleri masasında 'Franzi' derdi. Evin ön kapısına ve arkasındaki diktatörlüğe 500 metreden fazla güvenlik mesafesi ile. Onun için kilisede kendine eziyeti kabullenmişti.
En az bir kızına sevgili annesinin adını verme isteğinin aksine, Francine çocuklarına Fransızca isimler vermeyi seçmişti. Neyse ki Marguerite, basit argümanlarla Arnold Hager'i karısından vazgeçirmeyi başardı. (Neyse ki ‚Marguerite‘ ismi konusunda, Arnold Hager karısını vazgeçirmeyi başardı. ‚Marguerite Hager‘ ismi basit ve aptalca diye. Ancak ‘Mathilde’ ile hiç şansı yoktu. Mathilde'nin bir Fransız isim değil, eski bir yüksek Alman adı olduğu ve hepsinden öte, 'güçlü savaşçı' anlamına geldiği ortaya çıktığında Francine Hager bu gerçeği görmezden geldi. Başını dik tutarak sonundaki 'e'yi telaffuz etmemeye devam etti ve daha fazla tartışmayı kızgın bir "C'est faux!" ile sonlandırdı. Demokrasi Hager'in evinin dışında gerçekleşti. Caro, büyükbabasının hayatındaki tüm yalanlara izin verip vermeyeceğini merak etti. Muhtemelen izin verilmedi. Çünkü eşinin aksine fotoğrafı, 25 yıl önceki aynı yerde olmasa bile ölümünden çok sonra da duvarda kaldı. Bir zamanlar düzgün üniformalı fotoğrafı mutfaktaki haçın solunda asılı olsa da şimdi torununun çocukluk resimiyle aynı duvarda asılıydı. Mathilde, annesinin cenazesinden hemen sonra, mahsur kalan kurumuş zeytin dallarıyla tahta haçı salondaki çinili sobanın alevlerine kurban etti. Bu görkemli muhafızın anıları seyrekti. Daha doğrusu sadece büyükbabasının derin kahkahasını ve kaba, samimi tavrını hatırladı. Derin bir iç çekerek bitki çayından bir yudum aldı, çay poşetini kaşıkla bardağın kenarına bastırdı ve okumaya başladı:
Sevgili Karolina,
Bu mektubu elinde tuttuğunda ölmüş olacağım. Hayatımın aşkı sebebiyle vatanım olan bir toprağa gömülmüş olacağım.
Anaokulunun ilk gününde, seni en son mutlu gördüğümde, zarif bir kızdın. Düzgünce örülmüş sarı örgülerini ve kürdan gibi ince bacaklarının üzerinden sarkan kırmızı çiçekli elbiseni hâlâ anımsıyorum. Diğer çocukların çoğundan farklı olarak duvarlardaki kutulara mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş birçok oyuncakla odaya girdiğinde gülümsemedin. Diğer çocuklar oynamayı dört gözle beklerken sana verilen ilk görevi fark ettin. Sana sormadan ve bu yükümlülüğe dahil olmadan. Sen sadece olağanüstü büyülü bir çocuk değildin, aynı zamanda akıllı biriydin. Okul günlerinde seni izlemeyi, genellikle korkunç felaketler gibi görünen çocukluk ve ergenlik döneminde sana eşlik etmeyi ne kadar çok isterdim. Halan, sırdaşın, sağlam kayan olarak. Bu ayrıcalığın bana verilmediğini de söyleyemem çünkü bu ikilemin tek suçlusu benim.
Bugün, kesinlikle biz insanların zavallı beyinleri için kavraması zor olan bu hayatta yolunu bulan çekici bir kadınsın. Muhtemelen artık beni hatırlamıyorsundur. Anlıyorum. Belki ailem benim hakkımda konuşmayı bıraktı. Sanki asırlardır ölüyüm, hakkımda tek bir olumlu sözün bile söylendiğinden ciddi anlamda şüpheliyim. Yıllar geçtikçe bu düşünce beni kemirmeyi bıraktı. Sadece zaman değişmez, insanlar da değişebilir. Başta kanser en büyük düşmanımken, şimdi arkadaş demesek de daha da yakınlaştık. Bu, son birkaç haftayı, belki de sadece günleri birlikte geçirmeyi daha az sorunlu hale getiriyor. Belki de seni gerçeklerle yüzleştirmeye hakkım yok. Onları mezara götürmenin suçu çok daha ciddi. Herkesin gerçeği görme hakkı yok mu? Canın acıyabilir. Yalan hayattan geçene kadar.
Ormanda yürüyüşler ve kayak yapmak için iki yoğun yıl çalıştıktan sonra 1967 kışında İngiltere'den eve geldiğimde, kız kardeşimi yuvarlak bir karınla buldum. Mathilde, tüm hayallerini ve hedeflerini otoriter annemizin gölgesine gömmüştü. Bir müzik parçasının ölçülü, yumuşak tonları gibi hoşgörülü rollerine büründü. Bekar ve hem de yabancı biri tarafından hamile kalan kızı, her şeyi ve herkesi kontrol altında tutan Francine Hager gibi derinden Katolik bir kadın için pek hoş görülemezdi. Torununun babasının gerçek hikâyesini bilseydi tepkisi hesaplanamaz olurdu. Ama onun özgürlüğe susamışlığı, Kuzey Arnavutluk'taki dağların üzerinden kaçışı hakkında hiçbir fikri yoktu. Devlet Güvenliği Sigurimi'nin, Artur Palokaj'ın toplu cezadan ailesini kurtaran bir kazanın kurbanı olduğuna ikna olabileceği kadar zekice kamufle edilmiş bir kaçış. Hayatının geri kalanı hakkında konuşmak istemediği bir kaçış. Hager ailesinin reisi, çocuğunun ziyaretleri için mutabık kalınan zamanlarda müsamaha gösterilmesi kararını acı içinde kabul etti.
Bu ziyaretlerden birinde tanıştık. O zamana kadar sürekli olarak kariyerime devam ettim. 'İlk görüşte aşk'ın, ezoterik bir saçmalık olduğunu düşündüm ve birden yanıldığımı kabul etmek zorunda kaldım. Artur'un iki hafta sonra utangaç aşk itirafı tamamen beklenmedik değildi ancak bu durumun yarattığı sınırlı ihtimaller, bir uçuş görevlisi olarak işime geri dönmek için İngiltere'ye giden bir sonraki uçağa binmeme izin verdi. Ablamın kocasını ve yeğenimin babasını alıp götürmek hiç niyetimde değildi. İkinize de sevgisi bunun için fazla derindi. Ne yaparsam yapayım, kalbim bu adamda kaldı ve aklım tüm dünyada onun etrafında dönüyordu. Gündüz ve gece, yaz ve kış, dağların ve okyanusların ötesinde. Ayağımın altındaki sağlam zemin, gökyüzündeki bulutlarla uyumlu bir şekilde kayıyor gibiydi. Mayıstaki ilk doğum günün için ve üç günlüğüne geldim. İkinci, üçüncü ve dördüncü doğum günlerini de kaçırmadım. Ne Artur ne de ben daha fazlasını kaldırabilirdik. Noel'de patronum beni on günlüğüne ailem görmeye gönderdi. Deyim yerindeyse zorunlu izin. Sen ve Mathilde ile geçirdiğimiz zaman bir hediyeydi. Bütün çabalara rağmen babana karşı olan duygular bastırılamadı. Kayınvalidesi, beş yıl boyunca onu kaçınılmaz bir ziyaretçi olarak tolere etmişti. Çocuğu uğruna, bir zamanlar sevdiği kadının sessizliğiyle birlikte bunun sert sonuçlarına katlandı. Size asil bir niyetle sunacağı düzenli bir aile hayatı beklentisi, ziyaretten ziyarete azaldı.
Benim için bu duygusal işkenceden, mış gibi de olsa kurtulmamın tek yolu, beni sonsuza dek dünyanın başka bir ucuna zincirleyen başka bir hava yoluna geçmekti. İlk kez annemizle aynı fikirdeyim: 'İnsan düşünür ve Tanrı yönetir'. Bunun için babamızı feda etmesi kesinlikle adil değildi ve bana başka seçenek bırakmayan bir durum verdi. Tirol'e geri dönmem gerekiyordu.
Artur da o güneşsiz kış gününde bu cenazeye kendi kendine yüklediği bir görev olarak katıldı. Annem ve Mathilde önümüzde durmuş, Isidor Harmann'ın soğuğa doğru dua ettiği tespih dizesini mırıldanıyordu. Buhar, ağızlardan duman bulutları gibi gökyüzüne yükseldi, belirli bir sırayı takip ettiğimizi kanıtlamak için. Ellerimiz birbirine değdiğinde ağladım. Sevgili babamın ölümüyla ilgili olduğu kadar, tüm vücuduma heyecan verici bir titreme gönderen o rahatlatıcı elleri tenimde bir daha hissetmeme izin verilmeseydi, hayatımı dolduracak olan boşlukla ilgili olarak Tanrı, oracıkta ölmek isteğime boyun eğmedi. Gözyaşları sessizce yanaklarımızdan aşağı süzüldü.
Uzak akrabalarla yapılan cenaze yemeği de boğazımıza düğümlendi. Biraz temiz hava almak için özür dileyerek kalktığımda uzun zamandır bu gizli aşktan şüphelenen annem beni takip etti. Aşağılanmış, kin ve öfkeyle yıkanmak için suçluluğa katlanırdım. Bir daha kapısını çalmayacağıma söz vererek aileden dışlanmayı gözyaşları içinde kabul ettim. Sevgili küçük kız kardeşim Mathilde, aile diktatörümüzün arkasında başı eğik bir şekilde duruyordu. Beton bir sütun kadar sessiz!
Beni sürgüne göndermek, annemiz için yeterli değildi. Kural olarak, Artur'un çocuğunu daha fazla ziyaret etmesini de reddetti. Bir aile kurmak istediği kadından en ufak bir direniş olmadan. Evime dönmeden önce İngiltere'deki işimi bıraktım. Yeni bir karar verme ve denizaşırı kariyerimi aşkla değiştirme zamanının geldiğini hissettim. İkimizin de evinden uzakta, birlikte yeni bir hayata başladık.
Arnavutluk bizim ilk tercihimizdi ama ne yazık ki o zamanlar hâlâ komünizmin baskısı altındaydı.
boğucunda) Girişteki ölüm cezası, diktatör Enver Hoca'nın Stalin'e olan hayranlığı kadar kesindi. Güney İtalya'da bir Arnavut köyünde, Tiren Denizi'ne bakan ve esaretin sonunu bekleyen 18 yıl sonra, sevgili kocamın evinin yolu açıktı. Tiran'daki mülkünü sattık ve sahilde mütevazı bir ev inşa ettik. Almanca ve İngilizce öğretmeni olarak çalıştım. Baban, üç ay önce ani kalp krizi geçirene kadar yeğeninin inşaat şirketinde çalıştı. Çocuklar bize verilmedi. Bir şekilde Tanrı bizi cezalandırmak zorundaydı yoksa onun varlığını fark etmezdik. 'Villa Karolina' sana her zaman baban ve teyzenin seni sevdiğini ilk günden son güne kadar hatırlatmalı.
Bir dileğim daha olsa şu olurdu: Beni affetmen ve haksızlığın verdiği acının aşka dönüşmesi. Çünkü o tek başına bu hayatın anlamıdır ve en karanlık günleri ışıkla doldurur. Kendine güven, sevgili Karolina, tıpkı baban ve benim son nefesimize kadar sana güvendiğimiz gibi.
Hayatının aşkıyla karşılaştığında tereddüt etme. Hayatını maddi şeylere ve kendi kendine yüklediğin görevlere bağlama, cesur ol ve Kızılderililerin eski atasözüne inan:
'Kalbini nehre at, sonra atla ve geri al.'
Sana, tıpkı benim deneyimlememe izin verildiği gibi sevgi, tutku ve tatmin dolu bir hayat diliyorum.
Sonsuza kadar
Teyzen Grete
P. S.: Borsh'a geldiğinde Anduana'ya sor. Almanca biliyor ve sana yardımcı olmaktan mutluluk duyacaktır.
Tarihle aynı yazı tipinde eklenmiş:
Grete Teyzen iki gün önce, akşam sekiz ile sabah iki arasında huzur içinde uyuyakaldı. Saygılarımla Anduana
P.S.: Seni dört gözle bekliyorum.
Bu mektup üç gündür masadaydı. Dördüncü dördüncü okuyuşunda) ağlamayı bırakmıştı. Niçin bilmiyordu. Aslında kızması gerekirdi. Annesine, büyükannesine, babasına ve teyzesine. Ama başaramadı. Tıpkı üç gündür annesini arayıp onu mektupla ve mektuptaki gerçekle karşı karşıya getirememiş olması gibi. 41 yıl birlikte yaşamak zorunda olduğu kurgusal doğrunun gerceğini annesinden duymalıdı. Bu gerçeküstü Amerikan-Arnavutluk denklemi, onun çalışan güçler ve kökler hesaplamasıyla mükemmel bir uyum içindeydi. 41 yıllık aldatma ve yalanlar ise kırık cam yığınına dönüştü. Küçük bir kızken onu ziyaret eden ve sadece belli belirsiz hatırladığı iyi adam, bu nedenle, iş nedeniyle yurt dışına sürülen bir aile dostu değil, babasıydı. Bir gün çocuğunu görme izni verilmediği için gelmeyi bırakan Arnavut babası. Homurdanarak ve iç çekerek bir bobble köpeğinin kafasını hareket ettirerek okul günleri boyunca uzun bacakları, uzun düz sarı saçları, mavi gözleri ve basketbol yeteneği ile nasıl bir 'Amerikan modeli' olarak muamele gördüğünü düşündü. 1,77 m boyunda, sınırlı olanaklara sahip bir bölgedeki tek mantıklı spor basketboldu. Sınıf arkadaşları, öğretmenler, arkadaşlar, herkes onun bu blöfünü yutmuştu.
"Ben yarı Arnavut'um!" diyen Caro alaycılıkla sesli güldü. Acı bir öfkeyle ve sesi kısılana kadar.
Yıllar hatta on yıllar boyunca kasıtlı olarak aldatılanlar sözde Amerikan askeri olan babasının 1978'de Route 66'da bir motosiklet kazasında gençliğinden vazgeçmediğini ve 75 yaşında ölene kadar Arnavutluk'ta inşaatta çalıştığını öğrenirlerse ya da çocuk kariyer planının bir parçası olmadığı için kızını görmeden kasıtlı olarak hayatından kaybolmadığını ne der? Aynı zamanda, aile dramının ne kadarının köye sızdığı sorusu ortaya çıktı. Herkes konuyu biliyor muydu ve hiçbir şeyden habersizmiş gibi mi yapıyordu? Ne kadardı? Ne kadar uzun süre ve her şeyden önce ne kadar daha sonra? Sonuçta kandırılan Caro değil miydi? Ailesi ve kesinlikle annesi tarafından. Bu tamamen yeni ve beklenmedik bakış açısı şüphesiz, en azından okul günlerinde çok önemli bir fark yaratacaktı. Her eğitim yılının başında, babasının Amerika'da tatilde olup olmadığıyla ilgili standart sorudan kendini kolayca kurtaracaktı.
Amerika, 1980'lerde ufku tahtada üstü çizili bir köy adıyla sona eren her dar görüşlü köylünün hayaliydi ve bu aptallardan çok vardı. O kadar çok ki, büyük olasılıkla birden fazla uçağı doldurabilirsin onlarla. Ve bu, zar zor bin nüfuslu köyde 'Amerikan hayali' kesin bir tanımı olmayan her bireyde yaşıyordu. Herkes birinin gidip onu yaşamasını bekledi. Küçük bir hayran grubunun yanında onu kıskançlıkla küçümsemek için. Klasik köy yaşamı ve köy düşüncesi. Bu durumda Caro, büyük ama ne yazık ki gerçekleşmeyen umutların kurbanı oldu.
"Babam öldü." dedi birinci sınıfta. Bu ifadenin okul günlerinin aşılmaz bir parçası olacağını bilmeden. Kimse dinlemiyor gibiydi. Birinci sınıf öğrencileri için şaşkın yüzlerin sonucu olarak çok yüksek bir beklenti olurdu bu. Ortaokulda, babasının Amerika'daki akrabalarının sorulmasıyla durum değişti. Yüzler aynı kaldı. "Uçak kazasında herkes öldü. Ailenin özel uçağında." 'Özel uçak', sözde hayalin en azından üsluba uygun olarak paramparça olmasına neden oldu ve sınıf arkadaşlarının ağzını açık bıraktı. Tatilden hemen sonra da eski sorular hiç azalmadan devam etti.
“Ölü hakkında gerçekten neyi anlamıyorsunuz, sizi geri zekâlılar?" diye bağırdı Caro son sınıfın ilk günlerinde sınıfa. Bu da bu da annesine okul yönetiminden bir dinleyici kitlesi kazandırdı. Düzenli aile ilişkileri olmayan öğrencileri taciz etmekten zevk alan, İncil'de alıntılanan 'Kutsal Aile'den sapan müdür onları gözyaşları akana kdar acımasızca azarladı. Kendi oğlunun yanında bile durmazdı. Clemens, dogmatize edilmiş aile idealinin atalarının bir parçası olabilirdi. Ancak okul başarısı gibi aile reisi tarafından hafife alınan diğer şeyler de yetersizdi. Yüksek mevkide bir akademisyenin oğlu olmasına rağmen A sınıfı öğrencisi değildi. Sonuç olarak bir başarısızlık vardı. Kalın gözlük camların ardındaki bulanık noktalardan bir damla gözyaşının akmasına izin vermemenin gururunu yaşadı.
Annesi bu görüşmeye neden çağrıldı tam olarak anlamadı. Kızı uygun, aynı zamanda belirlenmiş sınırları defalarca aştığı için mi? Yoksa sınıf arkadaşlarına geri zekalı dediğin için mi? Coğrafya öğretmeninin de eleştirilmesini kendi kişisel sorunu olarak gördü. Bir saat sonra müdürün ofisinden ayrıldı, mendille gözlerini ve yanaklarını silerek. Ortaokulun son yılının geri kalanında Caro, kusursuz bir öğrenci olmanın ağırlığıyla derslerine odaklandı. Özellikle annesin iyiliği için.
25 yıldan biraz daha uzun bir süre sonra, birden sadece yarı Arnavut olduğunu öğrenmedi, aynı zamanda orada bir evinin olduğunu da öğrendi. Gülmek için bir sebep daha. Şiddetli baş sallama eşliğinde hafif histerik bir gülüş. Grete teyzesi neyi bekliyordu? Arnavutluk'a taşınmasını mı? ‘Borsh’ adından başka bir şey olmayan bir taşra mi? Kendi evi, muhtemelen Orta Avrupa standartlarına göre lüks bir köpek kulübesiydi. Yıllarca süren sıkı çalışmayla inşa ettiği her şeyi geride bırakmak ve kariyer basamaklarından hiçliğe atlamak için tam olarak bir neden değil. İki ya da üç yıl içinde masasını patronuyla paylaşmak için zor elde ettiği kariyerinden vazgeçmesini kim bekleyebilirdi ki? Şaka ve çılgınlık dışında… Cahil bir teyzenin şüpheli tavsiyesi yüzünden. Yönetici katına çıkan merdivenin en üst basamağından daha azıyla tatmin olan insanların klasik kavramları. Herkese bu şirketin zirvesinde olduğunu kadın kotası veya ilişkileri nedeniyle değil, beceri ve sıkı çalışmayla gösterecekti. "Arnavutluk... Belki..." diye düşündü, "Belki bu durum beni Kuzey Fransa'da büyükannemle geçirdiğim birçok zorunlu ve nefret dolu tatilden kurtarabilir."
Pachelbell'in D kanonu felsefi yansımaları kesintiye uğrattı ve bir sel tarafından silinip giden cennetlerinin tozlu anılarını bıraktı. Tam o sırada üç sayfa mektubu katlayıp zarfa koydu. Annesinin zamanlaması korkunçtu. Hemen telefonda annesiyle yüzleşmeli mi? Hayır! Zarfı gözlerinin içine sokardı ya da daha iyisi masaya vururdu. Tek kelime etmeden, içten bir korku ve hayal kırıklığı yansıtan bir bakışla. Annesinin kalbine kadar. Kendisine yıllarca yalan söylediğini ve gerçeğe ihanet edildiğini acımasızlıkla yüzüne vurarak.
"Merhaba anne!"
"Caro, canım! Ne zaman geliyorsun?"
Annesinin sesi depresif geliyordu. Masasında aynı egzotik pullu bir mektup var mıydı? Öte yandan kendisi nasıl bir kızdı? Annesini üç haftadır görmemişti.
'Yerel tedarikçi' (ile köyde.) veya başka bir deyişle, sakinleri komşu kasabadaki süpermarkette daha büyük alışverişler yapmaya zorlayan çok çok pahalı bir bakkal. Arabası olmayanlar ya da tekerlekli araçları olan perişan çocukları tarafından rastgele ziyaret edenler için, yetersiz emeklilik fonunda ciddi bir delik açan bir engel. Ama annesi öyle istedi. Şehirde bir apartman dairesi onun için asla bir seçenek değildi. Herkesin hizmetlerinden yararlandığı, sıradan rahatsızlıklarını merhemler, tentürler ve çaylarla birkaç kuruşa iyileştirdiği annesi bayramlarda kimse sofrasına davet etmese de arayıp sormasa da bu köyde kalmayı tercih etmişti.
"Hazırlanıp hemen geleyim, senin için uygun mu?” diye sordu Caro, bir yandan sefil vicdanını yatıştırırken diğer yandan annesini hemen onunla yüzleşmeye zorlamak için.
"Sevinirim."
"Ben de."
"Dikkatli sür!"
"Tamam anne."
Duş al, fön çek, makyaj yap, giyin. Tam olarak 30 dakika gerektiren yıllar içinde alışılmış bir egzersiz. Ve en kötü durumda değerli zaman kaybına yol açabilecek hiçbir şeyi şansa bırakmamak için kaliteli markalı kıyafetlerini olası kombinlerde bir araya getirdi. Bu kış cumartesi için yumurta kabuğu zemin üzerine sonbahar renklerinde ince desenli bir bluz ile bej, kusursuz bir şekilde oturan pantolon seçti. Aynadaki yansıması, taşradaki annesine hafta sonu ziyareti için bakımlı ama biraz abartılı bir kadın gösterdi. Gözlerini devirerek ipek bluzu yatağa fırlattı ve kıvrımlı yakasına sonbahar renklerinde çiçek işlemeli, zeytin yeşili uzun kollu bir gömlek giydi. Kırmızı, yüzleşme arzusuyla kesinlikle daha iyi giderdi, ancak parlak beyaz dolabında bulamadı. Ne de olsa, o bir ofis yöneticisiydi, daktilo değil. İyi bir gardıroba mahkûm edildi. Kim onu kırmızılı ciddiye alır ki? Cırtlak, garip, bayağı. Bir yönetim pozisyonu için kesinlikle uygun değil. Bazı apartman veya ev sahiplerinin kasvetli hamster çarklarına bir renk dokunuşu katmak umuduyla kırmızı güneşlikler seçmeleri yeterliydi. Bu şık-gündelik kombinasyondan memnun kalarak koyu kahverengi yün paltosunu, aynı renk düz deri çizmelerini giydi ve apartmandan yer altı otoparkına indi.
Mathilde, kızına dikkatli sürmesini hatırlatmayı neredeyse hiç unutmadı, sanki cebinde basımdan yeni çıkmış bir ehliyet varmış gibi. Kara yolu trafiğini tahmin edilemez buldu. Sürücü kursuna gitmemesinin nedenlerinden biri. Ancak asıl sebep, kızına yetersiz maaşını çeyizine ve daha sonra zavallı babasız çocuğuna yatırmayı yeterince erken öğreten Francine Hager'dı. Araba kullanmak için yetenek eksikliği dışında. Ve büyükannenin manipülasyonu bu durumda da işe yaradı. Tilda'yı otoriter annesine daha da zincirledi. Kasabada çalışmaya gitmek için otobüste en az kırk beş dakika geçirmek zorunda kalmak gerçek bir eziyetti. Çünkü bir yandan Mathilde'nin şehir merkezinin çok dışında karın tokluğuna denk gelen bir ücret için çalıştığı küçük matbaa otobüs durağından epey bir yürüyüş mesafesindeydi. Öte yandan son otobüs hareket etmeden önce işini bitirmek için yeterince sıkı çalışması gerekiyordu. Her şeye rağmen Caro, bahçe kapısında kollarını boynuna dolamış olan annesinin her akşam sevinçle ışıldayan yüzünü hatırlıyordu. Haftanın beş günü bu kimyasal kağıt, yazıcı mürekkebi ve bir tutam tutkal karışımının kokusunu aldı. Her ne kadar haftalık semt gazetesinin yayımlanmasından sorumlu olan bir matbaada pek bir şey yapıştırılmamış olsa da. Büyükanneye göre Caro ile annesinin sarılması tamamen abartılı bir selamlamaydı. İkisi de görmezden geldi. Kuzey Fransa'daki ana vatanındaki karşıt selamlama gelenekleri hakkında her gün yaptığı açıklamalar, ritüelinden vazgeçmesine izin vermedi. Anne ve kızı için bu, birlikteliklerinin canlı bir ifadesiydi.
Çocukluk günlerinin derin anılarında, bir araya getirilmiş kar yığınından mavi çerçeveli beyaz yer adı işareti önünde belirdiğinde Caro kendi kendine gülümsedi: 'Brucklehn'. Son zamanlarda kardan temizlenmiş olan kaldırım dışında, amatörce tasarlanmış çok dar köprünün korkuluklarından kalın buz sarkıtları sarkıyordu. Donuk, soğuk bir mavide, buzlu koniler yeni gelenleri köye yönlendiriyordu. Güneş, kışın güzelliğini hissettirmek için karın üzerinde parıldamayı ve binlerce minik kristali ışıldatmak için çaba harcamayı bırakıp görkemli bir şekilde yükselen dağlardan birinin arkasına saklandı ve yuvarlak zirveleri utangaç bir şekilde öptü. Caro, kat ettiği elli kilometrelik yolculukla ilgili hiçbir şey hatırlayamadı.
Köydeki tek otobüs durağında bir avuç insan kalın, rengârenk kayak giyisileri içinde yeni yapılmış otobüs durağının ahşap duvarına yaslanmış bekliyordu. Soğuk o kadar etkiliydi ki nefesinizi verdiğinizde ağzınızdan çıkan yoğun buhar neredeyse donuyordu. Beyaz giyinmiş iki kişi hariç. Onlar yüzlerini renkli eşarplara gömüp nefeslerini tutmuş gibiydiler. Eski ilkokul öğretmeni dışında kimseyi tanımamıştı. O anda, kışın güneşin kötü niyetle dışladığı bu ölü köyde kaybolan turistlere acıdı. Kayaklarının altında çatırdayan karı, kaba örülmüş yün şapkanın üzerindeki iri kar tanelerini ve yüzünde dans eden güneş ışınlarını hissetti. Her ne kadar bu çağ geride kalalı çok zaman olmuştu. Bir hırsız gibi. Artık yamaçlara gitmek için boş zaman yoktu. Farklı zamanlar, farklı planlar. Josef Burger için bu geçerli değildi. O, her zamanki gibi eriyen kar tabakasının altındaki taşlar, kayakların özenle korunması gereken kaplamasını çizene kadar kaydı. Onun denklemi: yaşlılık eşittir gençere özgü spor. Bunun nedeni, canlılık ve yaşama sevinciydi. Sağ elinde kaskını, sol eliyle kayakları tutarak sabırla kayak otobüsünü bekledi. Otuz kırk yıl önceki gibi ve muhtemelen daha uzun. Bu yıpranmış yüzlü adam kaç yaşındaydı? 80? 85? Brucklehn'in yabancı turistler arasında daha büyük, çevredeki topluluklardan daha az popüler olmadığı zamanları da özlemle düşündü mü? Josef Burger'in görüntüsü, Caro'da onu çocukluğuna ve gençliğine geri döndüren kısa bir film etkisi yapmıştı.
Hem yaz hem de kış mevsiminde köyün dar sokaklarında gülerek dolaşan turist kalabalığının anıları bir anda ortaya çıktı. Başarılarını hep ilk yamaçlarda veya Alp tarzı bir restoran olarak kullanılan bir dağ kulübesine tırmanıp kutlayan aktif tatilciler. Tabi ki, her zaman şaka yapan ve makul bir ücret karşılığında son şnapps ve uykuya dalmak arasında ertesi günün iki saatlik tırmanışını organize eden profesyonel dağ rehberi ile. Yüzleri yıpranmış, bronzlaşmış, dağcılara hayran hayran bakan yaşı geçkin kadınların tuhaflığının ortasında özlem ve kaygısız bir gençlik duygusu birbirine karıştığını anımsadı. O altın zamanlarda köyün on üç lokantası vardı. Harika manzaralı bir kayak alanı veya dağ kulübesi yerine, mütevazı eğimli bir çayırda bir telesiyej manzarayı tamalıyordu.
Aynanın altındaki ağaç şekilli, vanilya kokulu asmaya yüksek sesle gülerek "Ve on üç lokanta" dedi. Kendi pişirdiği kusurlu pastanın gerçeküstü, cennetvari tadı ancak Café 'Bergzauber'in yaratıcılığının başyapıtları ağzını sulandırırdı.
Bundan bağımsız olarak, düşünceleri rustik diskoya dörtnala koştu. James Dean, Elvis Presley, Marylin Monroe ve Paul Newman parlak renkli spot ışıklarının okşadığı dans pistine baktıklarında olduğu kadar canlı görünüyorlardı. Ucuz sunta üzerine lamine edilmiş, tuğlalanmış pencere deliklerine yerleştirilmiş. Öte yandan, köyün marangoz ustası, masif ahşap köşe sıralarını, meşeden uyumlu, ağır masalarla zemine ve duvara sıkıca vidalamıştı. Sadece birkaç sandalye hareketliydi. Büyük, geniş dünyayla eşleştirilmiş çiftlik evi havası. Yerliler, yabancı turistlerin, çoğunlukla Almanlar ve Hollandalılar, yanında. Harpo, Smokie, ara sıra Brian Ferry ve ardından Marianne Rosenberg'in sesleriyle etrafta dolaşan serbest ışık noktalarıyla parıldayan bir disko topunun altında hep birlikte. Kırık camlarla dolu kırmızı-kahverengi fayanslar ve kanayan kafatasları bırakan iki haftada bir sahnelendiği gibi düzenlenen kavgaya tanıklar. Polis ve ambulans bugün hemen aranacaktı. Ekonomiye destek vermek için alınan anlamsız kurtarma helikopteri de. O zaman tam olarak hiç kimse gelmedi. Kırık parçalar süpürüldü, yaralar şnapps ile temizlendi ve üzerlerine yarabantı yapıtıştırıldı. Başlarında kırılan şişelerin paraları şişeleri kıranlardan eksiksiz olarak tahsil edildi ve disco ertesi akşam tekrar açıldı, dans edildi ve içildi.
Turistlerin hayal kırıklığına uğrama olasılığı yerli halktan daha çok olmamalıydı çünkü onlar köyün motoru, nüfusun refahını sağlayan birer şanstı. Birkaç çizik dışında, iç kısımda önemli bir hasar yoktu. Sahada iki marangoz tarafından ortak üretimle yapılan Tirol kalitesinde iş. Biri mobilyaları, diğeri duvar ve tavan kaplamalarını yaptı. Belediye binası, banka, turizm ofisi, yüzme havuzunun bodrum katındaki kültür merkezi ve daha yakından bakarsanız, Brucklehn'deki ve vadideki diğer tüm topluluklarda her restoran, lokanta, diskotek bu şemaya göre kuruldu. Yetmişli ve seksenli yıllarda çok azı uluslararası tarzdaki yenilikleri sordu. Bunun yerine, turistlerin kırsal hayata kendilerini kaptırmalarını mümkün olduğunca kolaylaştırmak için orman evlerine rustik, hacimli bir şekil de verildi. Ve işe yaradı. Gerçek turist tsunamileri köylere hücum etti. Hem zengin vergi mükelleflerinin parası için sanatçı eli değmeyen bu cazibe merkezi de olmayan her yer doldu hem de pansiyon sahiplerinin isteyerek yatak odalarını büyük paralar karşılığı kiraya verdiler ve kendileri kışın güneş görmeyen bodrumlarda uyudular.
Hiç kimsenin, ne pahasına olursa olsun zorunlu erişilebilirlik konusunda endişelenmeye ya da son derece donanımlı ayrımcılık karşıtı kurumlar tarafından yetkili bir şekilde kararlaştırılan cinsiyet çılgınlığıyla yüzleşmeye zamanı yoktu. 'Bergzauber' kafede hem gençler hem yaşlılar hem de aileler rahatça buluşuyor ve kutlamalar için bir araya geliyordu. Kimse Mark'ın eşcinsel olduğunu umursamadı. Aksine, sayısız misafiri Mark'ın titiz temizliğini takdir etti ve trendler ve stil konusundaki yeteneğine hayran kaldı. Akademisyenler, inşaat işçileri, ev kadınları, imrenilen zengin bekarlar, aptalcı şaka yapan gençler ve kendini seven herkes, hayatlarını, bir rustik dokunuş, peri masalı şatosu ve Bauhaus ambiyansında özverili bir şekilde düzenlenmiş ve kendine özgü dekore edilmiş pasta senfonileriyle tatlandırdı. Ya da varlıklarının en az birkaç saati.
Biseksüelliğini açıkça ve memnuniyetle itiraf eden Hubert Karrenbauer, köydeki kayınlarıyla kağıt oynadı. Birkaç biradan sonra, şehirdeki bazı lokantalarda kadın kıyafetleri giymenin açık sırrıyla dalga geçilse de doğrudan bölge mahkemesine dava açmak yerine güldü ve bir tur meyve şnappsı ismarladı. Her ne kadar portakallı Malibu daha çok ilgi duysa da bu görsel olarak kuşkusuz bileğinde sahte altın zincirleri olan altın Rolex kopyasıyla daha iyi uydu. Erkek hemşehrilerinden görsel olarak öne çıkmış olabilirdi ancak bu gerçek ona olan saygıyı hiçbir şekilde azaltmadı. Tıpkı kayıtlı bir birliktelikleri olmadan da kilisenin yanında tadilatını kendi yaptığı bir dairede birlikte bir hayat yaşayan Heidi ve Melitta‘ya saygı duyulması gibi. Çift, bir handa ortaya çıktığında bardaki konuklar, ikisini ortalarına almak için bir araya gelirdi. İstenmeyen ve yasal bir karar olmadan. Bir genç olarak bir kaza sonucu belden aşağısı felç olan Werner Klein bile köyün han kültürünün bir parçası ve Atıcılar'ın bir üyesiydi. Tekerlekli sandalyesine rağmen, basamaklar Werner için bir engel değildi çünkü her köylü yardımını sunmak zorunda hissediyordu. Werner, tabiri caizse seksenlerde engelsiz bir hayat sürdü.
Bazı ev cephelerinde, çoğunlukla solmuş veya soyulmuş pansiyon isimleri, o döneme tanıklık etti. Brucklehn altın günlerini geride bırakmıştı. Takvim sayfası gibi yıkılmış, buruşmuş, atılmış… Altın çağdan kalma dört yıldızlı otel, köyün girişinde yeni bir kat boya ile ödüllendirilmiştir. Ancak, eskisi gibi hotel harici müşteri almıyordu. Son derece borç içinde, fakat dördüncü yıldızı tutacak bir kapalı havuza sahipti. Eskiden duvar ve tavan kaplamalarında uzmanlaşan o marangoz, şimdi her işi minnetle kabul ediyor ama işleri eskisinden daha kötü oldu. En azından eski rakibi de olan arkadaşı gibi iflas etmemişti.
O sırada üç bakkaldan ikisi kapılarını kapatmıştı. Yarışı kazanan zirvedeki pozisyonunu belediyeye yönelik düzenli kapatma tehditleri için kullandı ve cömert sübvansiyonlar aldı. 'Josef’in Foto Stüdyosu‘ bu bağış olmayınca orijinal eski iş yeri kapatıldı. Acılı kaderini çilingir, kunduracı ve hediyelik eşya dükkânıyla paylaştı. Caro, eski ahırında diskotek açılan hanların en büyüğünü de hatırladı. Bir arı kovanında olduğu gibi, her gün yaklaşık 130 restoran müşterisi içeri girip çıkarken eski ahşap panelli odadaki canavarca müdavim masası, kötü şöhretli kart oyuncularına bir temel sağlıyordu. Ek 15 konuk odası olan mekân, ‚Dorfkrug‘u köyde ilgi duyulan bir işveren haline getirdi. Koruma altında olan binanın açıklanamayan bir nedenle yandığı o geceye kadar. Önceki yıl, komşu Eder çiftçisinin boş ahırı ve eski tahıl ambarında olduğu gibi. Temizlik çalışmasından ve suçlunun bulunamamasından on beş yıl sonra belediye, köyün tam kalbine çirkinlik açısından asla geçilemeyecek bir apartman bloğu inşa etti ve onu çoğunlukla toplumla sorunlu ailelelerle doldurdu.
Kart oyuncuları, görkemli yuvarlak ama geçici, düzenli bir masa ile 'Krone'ye taşınmışlardı. Eski Doğu Bloku ülkelerinden sık sık değişen garsonlar, daha fazla satış beklenebilecek ara sıra gelen turistlerin durumunda, girişin yanındaki tuhaf turu hemen çözme yetisine sahipti. Çoğunlukla sert ve pişmanlık duymadan, cüzdanın yanındaki çekmecede kartlar ihmal edildi. Bir tur Ramazotti ve cömert dekolteli garsonun bir özür olarak umut verici bir gülümsemesinden sonra, barda içmeye devam etmelerine izin verildi. Müdavimlerden tamamen vazgeçemez ve onları incitmeden diğer işletmelerle rekabetini sürdürüldü. Gerd, koyunlarını nasıl mutlu edeceğini bilecek kadar uzun süredir bu işin içindeydi. Öte yandan, dinlenmek isteyen konuklar, 'Krone'deki kaba davranışıyla zor anlar yaşadı ve restorandan istenilenden daha hızlı ayrıldı. Ne yazık ki Gerd algıya karşı dirençliydi. Sayısız deneyimden sonra bile. Miras kalan küçük patronun, oda kiralamayı ve restoranı özveriyle işleten ebeveynlerinin yoğun ayak izlerini takip etme hırsı yoktu. On yıl önce annesi babası mezarlığa taşındıktan sonra mutfağın arkasını, ana caddeye bakan seyrek bir penceresi olan yeri garson için bir personel odasına dönüştürdü. Isınmış konserve çorbası ve tost için minicik bir mutfak yeterliydi. Önce eski misafir odalarına ranzalar taşındı, ardından ona aylık sabit maaş sağlayan yabancı işçiler getirildi.
Karel buna karşı çıktı. Beş ya da altı yıl önce kır restoranlardan birini devralan bir Çek. Köydeki tek kişi olarak hanı pizzacıya dönüştürmek gibi parlak bir fikri varmış gibi görünüyordu. Kendi başına. Nostaljik ve neredeyse zorunlu meşe ahşaplı büyük boy barın sonuna bir elektrikli pizza fırını kurdu ve orayı bir gösteri mutfağına dönüştürdü. Gerektiğinde, biraz modası geçmiş ama işlevsel mutfakta şnitzel veya biftek pişirebilecekti.
Turistler tarafından bir zamanlar arzu edilen, sevilen ve övgüyle karşılanan Tirol mutfağı, üçüncü bin yılın başında Brucklehn'de tam olarak bir handa yaşatılıyor ve müşterilere servis ediliyordu. 'Weinstube'de! Acı ama bunun yerinde artık bir 'bisikletçi durağı hanı vardı, ne anlama geliyorsa! Ve yüksek halat parkuru olan bir rafting şirketi.
Ve eski bir köylü, Arnavutluk'ta bir evin gururlu sahibiydi. Utanan Caro, kendini başını sallayarak gülerken buldu. Gerçeğe dönmüştü. Savaş başlayabilirdi.
---------------------------------------------------------------------------------------
Die Handlung und alle handelnden Personen sind frei erfunden. Jegliche Ähnlichkeit mit lebenden oder realen Personen wäre rein zufällig.
Olay örgüsü ve tüm karakterler hayal ürünüdür. Yaşayan veya gerçek kişilerle olan benzerlikler tamamen tesadüfidir.
© Alle Rechte vorbehalten / © Tüm hakları saklıdır
Das Werk ist einschließlich aller seiner Teile urheberrechtlich geschützt. Jede Verwertung, Vervielfältigung, Übertragung und Datenspeicherung des Werkes sind ohne Zustimmung des Verlages unzulässig und strafbar. Alle Rechte, auch die des auszugsweisen Nachdrucks und der Übersetzung, sind vorbehalten!
Bu çalışma, tüm bölümleri dahil olmak üzere, telif hakkı ile korunmaktadır. Yayıncının izni olmadan eserin herhangi bir şekilde kullanılması, çoğaltılması, iletilmesi ve veri depolanması yasaktır ve kanunen cezalandırılır. Alıntıların yeniden basımı ve çeviri de dahil olmak üzere tüm hakları saklıdır!